Ana içeriğe geç

Hatırlama kültürü

Kültürbilimci Aleida Assmann, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 70 yıl ardından o dönemle kurulan toplumsal ilişkideki değişimleri ele alıyor.

05.11.2018
© picture alliance/ZB - Remembrance

Tarihteki anma uğrakları kendini tanımanın araçları. Onlar bize tarihteki yerimiz üzerine düşünmek üzere içe bakış için bir fırsat sunuyor. Anma eylemi, muzafferane, pişmanlık yüklü ya da farklı bir biçimde gerçekleşebilir. Fakat anma insanın ardındaki tarihi yalnızca geride bırakmayıp onunla yeniden, ama bu kez farklı bir bağ kurmasını içerir. Zira insanların kolektif bir eylem olarak şimdiki zamanda hatırladıkları geçmiş daima hareket halindedir ve böylece bu anma edimine dahil olan koşullar ve yüzleşmeler de buna bağlı olarak değişir. Peki Auschwitz’in özgürleştirilmesinin ve İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 70 yıl sonrasında bizim tarihe bakışımız nasıl bir değişim geçiriyor? Karşımıza çıkan yeni zorlu yüzleşmeler neler?

Eskinin gurur ya da acı üzerine inşa edilmiş ulusal kahramanlaştırma anlayışını alaşağı eden ve içinde kendine ilişkin algıya yönelik özeleştiri karakteristikleri barındıran yeni bir hatırlama kültürünün inşası Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında uzun soluklu ve henüz şekillenmemiş bir süreçti. 1945 yılının ilk aylarında toplama kamplarının Müttefikler tarafından özgürleştirilmesiyle birlikte Nazi devletinin işlediği insanlık suçları bir anda tüm dünyanın gözleri önüne serilmişti. O dönemde savaşın kazananlarının önceliği sorumluları mümkün olduğunca çabuk cezalandırmaktı, fakat aynı zamanda bu geçmişin geleceğe yoğunlaşan bir anlayışla olabildiğince hızlı bir şekilde geride bırakılması konusunda da güçlü bir siyasi mutabakat mevcuttu. Winston Churchill 1946 yılında “Eğer Avrupa’nın sonsuz sefaletten ve nihai bir çöküşten kurtulmasını istiyorsak, Avrupa ailesine inanca ve geçmişin tüm suçlarının ve hatalarının unutulmasına ihtiyaç var.”

Bu beklenti, bölünmüş Almanya’daki iki devletin Soğuk Savaş’ın oluşturduğu iki cephede konumlanmasıyla örtüşmedi ve dolayısıyla bir hatırlama kültürünün oluşmasını pek de kolaylaştırmadı. Biz bu sürecin savaş sonrası bölünmüş Almanya’sında ne denli güçlükle yürüdüğünü biliyoruz: Batı Almanya’da uzun süre Nazi rejimiyle kişisel ilişkilendirilmelerden sıyrılmak için suskunluğa başvurulurken Doğu Almanya’da siyasi gündeme devleti yüceltmeye yönelik, Nazizm’e karşı destansı direniş miti hakimdi. Öyle görünüyor ki insanlar, 1945’teki kadar radikal bir tarihsel kırılmanın ardından yeni yaşam koşullarına kolaylıkla uyum sağlarken, düşünme biçimlerini değiştirmekte zorlanmışlardır. Savaş sonrası kuşağında söz konusu politik sistemlere adapte olmak konusundaki gönüllülük ve kabiliyet yüksekti, fakat Nazi dönemi suçlarına ilişkin sorumluluğu da içeren bir dönüşüm ve değer yargılarında değişim, Batı Almanya’da kuşak değişimi ve 68 kuşağının gelişiyle, Doğu Almanya’daysa ancak 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla gerçekleşebildi. 2015 Şubat’ında hayatını kaybeden eski Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker 8 Mayıs 1985 tarihli ünlü konuşması (“8 Mayıs özgürleşmenin günüdür”) günümüzde herkes tarafından tarihi bir kilometre taşı olarak kabul ediliyor; o bu konuşmasıyla bu değer dönüşümünü devlet anlayışı olarak teyit etti ve böylece yeni bir hatırlama kültürünün de temelini atmış oldu. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin sona ermesiyle özeleştirel ve aynı zamanda Avrupalılaşmayı olanaklı kılan bu hatırlama süreci, yeniden birleşmiş Almanya’nın da rotası oldu.

Bu dönemde kendini kahin ilan eden kimileri Soğuk Savaş’ın kutuplaştırıcı gerilimi sona erdiği için alelacele “tarihin sonu”ndan dem vurmaya başlamıştı. Fakat Avrupa’daki pek çok ülkede ortaya çıkan durum aslına büyük ulusal tarih mitlerinin erozyona uğramasıydı. Tarihçiler ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı’na ilişkin geçmişini daha derin bir şekilde araştırmaya başlayıp bu süreçte Fransa, Avusturya, Polonya ve İsviçre’de işbirliği ve savaş suçlarına ilişkin konularda tarih kitaplarındaki boşlukları doldurdular. Batırılmış tarihin yeniden fethiyle Savaş’ın izlerine, geride bıraktıklarına, ama en önemlisi Nazi teröründen kurtulup hayatta kalmayı başaran kurbanların tanıklıklarına yeni bir önem atfedilmeye başlandı. Alman hatırlama kültürünün inşasında çok önemli bir rol oynayan, okullarda ve anıt başlarında yaptıkları konuşmalarla bu inşayı destekleyen dönemin tanıklarının bire bir sözlü katkısının sonuna varılıyor olması, günümüzde kaygılı tartışmaların konusu. Hatırlama kültürü deneyime dayalı hafızaların canlı tanıklığının yol göstericiliği olmadığında nasıl bir değişim geçirecek? Birinci elden tanıkların hafızalarına tutunmadan belleğin aktarılması için ne gibi yöntemler mümkün? Bu tarihsel eşik için henüz 1990’larda önlemler alınmaya başlanmıştı: Günümüzde Holokost kurbanları ve Nazi döneminin diğer kurbanlarından oluşan yaklaşık 70.000 tanığın anlatısını kayıt altın alan bir video arşivi bulunuyor. Holokost, tarihte dokümantasyonu en iyi şekilde yapılan insanlık suçu, özellikle de tanıklıklar bakımından. Fakat bu önlem, hatırlamanın canlı tutulması için yeterli olacak mı?

Bellek bir çırpıda güncellenemez. Sürekli tazelenmesi gerekir. Gelecekte medya, belleğin yenilenmesinde belirleyici olacak: Filmler ve anlatılar tarihsel olguların yeniden kök salmasını sağlayarak onlara gelecek kuşaklara da ulaşabilecek güncel bir ifade biçim kazandırabilir. Bu noktada yeni medya araçları da önemli bir rol oynayacak. 2012 ve 2014’te Moskova ve Varşova’da Yahudi Soykırımı’nı daha geniş bir tarihi perspektif içerisinde ele alan yeni müzeler açıldı. Bu yeni müzelerde gittikçe artan bir eğilim de, özenle hazırlanmış interaktif enstalasyonlarla deneyimlerin simüle edilmesi ve böylece Avrupa Yahudilerinin unutulmuş yaşam biçimlerine yoğunlaşılması. Ziyaretçilerin yalnızca Yahudilerin katledilmesiyle yüzleşmesi değil, aynı zamanda onların ruhani ritüellerinden ve zengin geleneklerinden de anlaşılır bir şekilde haberdar olmaları hedefleniyor.

Rusya devlet başkanı Putin’in Kızıl Ordu’nun Auschwitz’deki Almanlara ait toplama kampını 27 Ocak 1945 yılında ele geçirip özgürleştirmesinin 70. yıldönümü dolayısıyla gerçekleştirilen anma törenlerine katılmaması medyada geniş bir şekilde yer aldı. Bu uzak duruşun sebeplerinden biri, gerçekleştirilen törenlerde soykırımın hayatta kalanlarının konuşması, siyasetin tepesindekilerinse onları dinleyen tarafta kalması olabilir. Ayrıca burada Putin için İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine ilişkin asli öneme sahip tarihi Moskova’da her yıl geniş bir silah seçkisinin ve tam tekmil üniformalı son savaş gazilerinin merkezde yer aldığı askeri geçit törenleriyle kutlanan 9 Mayıs. 27 Ocak, 2000 yılında Stockholm Konferansı’nda uluslararası Yahudi Soyırımı’nı anma günü olarak ilan edildi ve 2005 yılından bu yana Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler tarafından resmi anma günü olarak kabul ediliyor. Fakat Putin için bu belirleme (Rusya bu kampı özgürlüğüne kavuşturan devletin devamı niteliğinde olsa da) Batılı düşünce birliğine ait bir tarih. Uyguladığı sembol siyasetinde her halükarda ortak bir anma çerçevesinde sergilenecek dayanışmaya isteklilikten ziyade polemiğe dayalı bir kendini sınırlamaya ve ayrıştırmaya ihtiyaç çok daha büyük. Putin yine de 27 Ocak 2015 tarihinde bir konuşma yaptı, fakat Moskova’daki soykırım müzesinde; kendisi burada tarihe kendi perspektifini de ekledi. “Antisemitizm ve Rusofobi” formülasyonuyla icat ettiği ittifakla hem törende Yahudi toplumunun temsilcisi olarak kendisine eşlik eden hahambaşının varlığı sayesinde bir dayanışma tablosu çizip hem de kendini eş koşullardaki bir kurban olarak konumlandırmış oldu.

8 Mayıs 2015 için de Avrupa çapında ortak bir hafızanın oluşturulması şimdilik mümkün görünmüyor. Alman Ordusu’nun koşulsuz teslim olduğu ve böylece İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona erdiği bu tarih Avrupa’nın batısında özgürleşmenin günü olarak kutlanırken ve Moskova’da 9 Mayıs büyük geçit törenlerine sahne oluyor ve aynı tarih Avrupa’nın doğusundaki ülkelerde çok farklı bir hava estiriyor. Bu devletler savaşın sonunda kendilerini, özgürleşen tarafta değil, tam tersine yeni bir işgal ve kısıtlanma döneminin başında bulmuşlardı. 1989-1990 yıllarındaki özgürleşmelerinin tarihi dönüm noktasına kadar beklemek zoruna kalan bu devletler (Doğu Almanya bir istisna olmak üzere) kimliklerini bu baskı deneyimi üzerinden tanımlıyorlar ve tarih müzelerinde, ulus olarak kurbanlaştırılmış ve kolektif acıya maruz kalmış bir hafızaya yer veriyorlar.

Churchill için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalıların tüm güçlerini Avrupa projesine yoğunlaştırılabilmesi için geçmişlerini unutmaları elzemdi. Geçmişe bakış ayrıştırıcı ve bölücü bir rol oynarken ortak bir gelecek vizyonu bu ulusları yeniden birleştirecekti. Bu ö dönemde tarihin unutulması değil son derece başarılı sonuçlar veren pragmatik bir karardı. Fakat bedeli de ağır oldu: Kazananlar ve kaybedenler yavaş yavaş kendilerini belli ederken Yahudiler ve Nazi terörünün diğer kurbanları, uzun süre kendilerine kulak verecek kimseden yoksun kaldı. Bugünse başka bir ilke hakim: Travmatik bir geçmişi atlatabilmek için onunla yüzleşme ve bu suçların hatırlanması aracılığıyla yeni bir yol çizme talebi.

Özeleştirel bir hatırlama kültüründe tarihte anma uğrakları, ulus olarak kendini tanımadan ibaret bir şey değil, gündelik siyasetin de farklı araçlarla devamıdır. Bu uğraklar, unutulmuş bir tarihle yeni bir yüzleşmenin öncüsü de olabilirler. 1914/2014 anma yılı da bu bağlamda Almanlar’a kendi ulusal tarihlerini Avrupa bağlamında yeniden keşfetmelerine ve geleceğe aktarmalarına önayak oldu. Üzerinden 100 yıl geçtikten sonra bile Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin ortak bir bir üst anlatıda uzlaşılması ufukta görünmese de Avrupa çerçevesinde bu tarihin farklı perspektiflerden birlikte değerlendirilmesi gündemde. Bu konuda Avrupalılık paydası en çok diğer perspektifleri tanımaya ve bunları kendi görüşlerine entegre etmeye yönelik bir açıklık sergiliyor. Ortak hatırlamayla Avrupa’nın hafızası daha uzun soluklu ve daha kapsamlı bir hale geldi: Toplama kamplarının yanısıra Somme’deki “ölüm tarlaları” ve Ypres ve Verdun’daki asker mezarları da Avrupa anma merkezleri olarak ön plana çıktılar. Avrupa Birliği’nin tarihi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlasa da Birinci Dünya Savaşı 20. Yüzyılın karmaşık şiddet tarihini bir Avrupa mirası olarak hatırlamamızı sağlıyor. Bu mirası benimsemek ya da reddetmek mümkün değil, ama bir zamanların ayrıştırıcı ve yıkıcı öğeleri ortak bir tarihte hatırlanabilir.