Ana içeriğe geç

Almanya’nın “iki devletliliği”

Alman sorunsalına veda – Batı’ya doğru uzun bir yolda geriye bakış: 1949–1990 Almanya’nın “iki devletliliği”.

Heinrich August Winkler, 18.09.2018
Almanya’nın “iki devletliliği”
© picture alliance / UPI

1945’ten sonra demokrasi için ikinci bir şansı, Almanya’nın yalnızca bir bölümü elde etti: Batısı. Serbest seçilen Amerikan, İngiliz ve Fransız işgal bölgelerinin eyalet  parlamentoları temsilcileri 1948/49’da Bonn’da parlamentolar konseyinde, 1919 İmparatorluk Anayasası’nın yapısal hatalarından ve Weimar Cumhuriyeti’nin başarısızlığından sistematik sonuçlar çıkaran bir anayasa üzerinde çalıştılar: Almanya Federal Cumhuriyeti için Temel Yasa. İkinci Alman demokrasisi güçlü, yalnızca bir yapısal güvensizlik oylaması sonucu yani, bir halefin seçimi halinde düşürülebilen bir Federal Şansölye ile düşük yetkili bir Federal Cumhurbaşkanı olan, işleyen bir parlamenter demokrasi olmalıydı. Weimar’dan farklı olarak, halk tarafından alternatif bir yasama ön görülmemişti. Demokrasinin açık karşıtlarına Temel Yasa, temel hakların kaybedilmesine ve anayasaya karşı partilerin Federal Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklanmasına kadar varacak bir mücadeleyi ihtiyaten duyuruyordu. Devletin temelleri, anayasa değiştirici bir çoğunluk da olsa, dokunulamayacak şekilde tesbit edilmişti; yani, 1933’teki gibi demokrasinin “yasal olarak” bertaraf edilmesi olanaksızdı.

Almanya’nın batısı Almanya’nın en yeni geçmişinden “anti totaliter” öğretileri benimserken, Sovyet işgal bölgesi ve sonrasında Demokratik Alman Cumhuriyeti DDR olan doğu bölgesi “anti faşist” çıkarsamalarla yetinmek zorundaydı. Bu çıkarsamalar Marksist-Leninist vurgulu bir parti diktatörlüğünün meşrulaştırılmasına hizmet ediyordu. Nasyonal sosyalist hakimiyetin temellerinden kopuşun, özellikle sınıf politikası yoluyla, büyük toprak sahiplerine ve sanayicilere kamulaştırma uygulayarak tamamlanması amaçlanıyordu. Bir zamanların nasyonal sosyalizm “taraftarları” bu şekilde, “sosyalizmin inşasında” kendilerini gösterebildiler. “Nazisizleştirme” hareketi tamamlandıktan sonra yönetici konumlara gelen Nasyonal Sosyalist Parti NSDAP’nin eski “parti yoldaşları” DDR’de de vardı. Ama sayıları daha düşüktü ve karıştıkları olaylar Federal Almanya’da olanlardan daha az çarpıcıydı. 20. yüzyılın en uzun ekonomik patlama dönemi olan, ellili ve altmışlı yılların “ekonomi mucizesi” olmasaydı, geriye doğru bir bakışla “Federal Almanya’nın başarı hikayesinden” herhalde hiç konuşamayacaktık.

Yüksek konjonktür ve edinilen başarı, ilk Federal Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard tarafından uygulanan sosyal pazar ekonomisine meşruiyet sağladı. Bu yüksek konjonktür, Alman İmparatorluğu’nun eski doğu bölgesinden, Südetya bölgesinden ve Doğuorta ve Güneydoğu Avrupa’nın diğer kısımlarından gelen, yurdundan sürülmüş yaklaşık sekiz milyon kişinin hızla intibak etmesini sağladı. Yine, sınıfsal ve dinsel çelişkilerin törpülenmesinde, radikal partilerin çekim gücünün sınırlı kalmasında ve büyük demokratik partilerin, önce Hıristiyan Demokrat (CDU) ve Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU), sonra Sosyal Demokrat (SPD)’nin kitle partileri olmasında çok önemli katkı sağladı. Ekonomik zenginliğin, tabii ki politik ve ahlaki olarak bir arka yüzü de vardı: Pek çok Alman vatandaşına, 1933’ten 1945’e kadarki yıllarda kendilerinin ne tür bir rol oynadıklarına dair bir sorgulamayı, ne kendilerinin ne de başkalarının yapmasına izin vermeme rahatlığını sağladı. Filozof Hermann Lübbe, bu en yeni geçmişe karşı tutumu “iletişimsel suskunluk” olarak isimlendiriyor (ve Batı Alman Demokrasisi’nin yerine oturabilmesi için gerekli olarak değerlendiriyor). Weimar Cumhuriyeti’nde, sağ ulusalcı ve sol uluslararasıydı. Federal Almanya’da bu durum başkaydı: İlk Federal Şansölye Konrad Adenauer başkanlığı altındaki ortanın sağı güçleri, Batı’ya bağlanma ve Batı Avrupa’nın uluslarüstü entegrasyonu politikasını güdüyorlardı.

Ölçülü sol sosyal demokrasi, savaş sonrası ilk Başkanları Kurt Schumacher ve onun halefi Erich Ollenhauer yönetimi altında, yeniden birleşmeye Batı’ya entegrasyondan önce üstünlük tanıdıkları vurgulu, ulusal bir profil çiziyorlardı. SPD, 1955 yılında Batı Almanya’nın NATO’ya girmesini sağlamış olan Batı anlaşmaları zeminini ancak 1960 yılında özümsedi. Sosyal demokratlar, Federal Almanya’da iktidar sorumluluğunu almak istiyorlarsa bu adım  atmak zorundaydılar. Yalnızca Batı anlaşmaları zemininde, 1966 yılında büyük koalisyon hükümetine genç partner olarak irebilir ve üç yıl sonraki, ilk sosyal demokrat Federal Şansölye Willy Brandt yönetimi altında geliştirilen “yeni Doğu politikası” na başlayabilirlerdi. Bu politika Federal Almanya’ya Batı ve Doğu arasındaki yumuşamada kendi payına düşen katkıyı yapmasına; Oder-Neiße sınırını (hukuki belli sınırlamalarla da olsa) tanıma yoluyla Polonya ile ilişkileri yeni bir temele oturtmaya ve DDR ile anlaşmayla düzenlenmiş resmi ilişkilerin kurulmasına izin veriyordu. 1971’de Berlin üzerine yapılan, aslında sadece Batı Berlin ve onun Federal Almanya’ya ilişkisini ilgilendiren Dört-Güç-Anlaşması da, iki Alman devletinden büyüğünün Batı’ya kesin entegrasyonu olmadan, olanaksız olurdu. Sosyal-liberal Brandt-Scheel hükümetinin Doğu anlaşmaları (1970–1973) herşeyden önce şuydu: 13 Ağustos 1961’de yapılan Berlin Duvarı yoluyla Alman bölünmesinin kesinleştirilmesine bir yanıt. Yeniden birleşme gittikçe daha uzağa kaydıkça Federal Almanya yerine göre, bölünmenin sonuçlarını katlanabilir hale getirmek ve bu yolla ulusun birliğini garanti altına almak zorundaydı.

Alman birliğini yeniden sağlamak Almanya Federal Devleti’nin resmi bir hedefi olarak kaldı. Ama bir gün yeniden bir Alman ulusal devleti olacağı beklentisi, Doğu anlaşmaları yapıldıktan sonra – genç Batı Almanlar arasında, yaşlılara oranla çok daha kuvvetli bir şekilde – sürekli geriledi. Ama seksenli yıllarda savaş sonrası düzeni yavaş yavaş sallanmaya başladı. Doğu bloku krizi 1980 yılında, Polonya’da bağımsız sendika “Solidarnosc” un kurulması ile başlayarak 1981 sonunda olağanüstü hal hükümlerinin ilanıyla devam etti. Ondan ancak üçbuçuk yıl sonra, Mart 1985’te Sovyetler Birliği’nde Michail Gorbaçov iktidara geldi. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yeni genel sekreteri Ocak 1987’de, vardığı adeta devrimci görüşü dile getirdi: “Demokrasiye, soluduğumuz hava gibi ihtiyacımız var.” Bu mesaj Polonya’da, Macaristan’da, Çekoslavakya’da ve DDR’de vatandaş hakları savunucularını coşturdu. 1989 sonbaharında Doğu Almanya Devleti’nde gösterilerin baskısı o kadar kuvvetliydiki, komünist rejimi, belki henüz Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle kurtarmak sözkonusu olabilirdi. Ama Gorbaçov buna yanaşmıyordu. Sonuç olarak, Doğu Berlin parti yönetimi DDR’deki barışcıl devrime teslim oldu: 9 Kasım 1989’da – iki yüzyıl önce, 1789’da Paris’teki Bastil’in olduğu gibi; özgürlüksüzlüğün sembolü Berlin Duvarı yıkıldı.