Ana içeriğe geç

Yeni 
Almanlar

Alman olmak ve Almanlaşmak – mülteci akınının nasıl herkesin kazançlı çıkacağı bir fırsata dönüştürülebileceği üzerine.

29.09.2016

2015 yılında toplam 1,1 milyon insan mülteci olarak Almanya’ya geldi, bir kısmı da sığınma talebinde bulundu. 2016 yılında bu insanlara 300.000-400.000 arasında kişinin daha eklenmesi bekleniyor. Almanya’nın yeni sakinlerinin büyük bölümü ­ülkelerindeki savaş ya da iç savaş sona erdiğinde memleketlerine geri döneceklerine inanıyor. Alman yönetiminin pek çok idari uygulaması da bu varsayımdan yola ­çıkarak düzenlenmiş durumda. Fakat sürgün ve göçün tarihi bize bu insanların pek çoğunun kalıcı olacağını söylüyor: Kimileri için ülkelerine geri dönme şansı olmayacağı, kimileriyse burada kaldıkları süre içerisinde bu topraklarda da “kök saldıkları” için.

Almanya’da bu insanlarla ilgili ne yapılması gerektiği ­sorusu, iki karşıt cephenin sert bir dille karşı karşıya geldiği bir siyasi tartışmayı da beraberine getirdi: Bir yanda “hoşgeldiniz kültürü” başlığı altında Almanya’ya gelen insanların kucaklanması gerektiğini savunanlar, diğer yandaysa onların ülkeye girişlerine bile izin vermeyip bu insanlardan mümkün olabildiğince hızlı bir şekilde ­kurtulmak isteyenler. Büyük kitlenin hissiyatıysa, bu hiddetli tartışma ortamından duydukları rahatsızlıkla yeni ­gelenlerin entegre edilebilme kapasiteleri konusunda duydukları endişe arasında kalmış durumda. Alman ­toplumu bir kere daha Alman kimliği üzerine; Almanlar’ın kim olduğu ve kim olmak istedikleri sorusu üzerine ­tartışıyor.

Kimlik konusunda etnik temelli bir yaklaşım içerisine olanlar için elbette “yeni Almanlar” diye bir kategori söz konusu olamaz. Onlara göre insan ya doğuştan Almandır ya da değildir ve sonradan Alman olamaz. Alman olmayı kültürel düzlemde tanımlayanlara göre sonradan Alman olmak mümkündür ama bunun için çok ciddi bir kültürel asimilasyon sürecinin atlatılması gerekir. Özünde Almanlığın bu kültür temelli tanımı belli bir islam karşıtı öğeyi de barındırır: Bu tanımın alt metni bir Müslümanın Alman olamayacağını söyler. Bu bakımdan Almanlığın hem kültürel hem de etnik temelli tanımları dışlama ­üzerine kurulu bir anlayışı barındırmaktadır. Onların asıl amacı Almanya’nın kalıcı bir parçası haline gelmenin önündeki engellerin olabildiğince yüksek ve zor aşılır ­kılınmasıdır.

Öte yandan Almanya’nın karşı karşıya olduğu bir sorun var: demografik döngünün düşüklüğü. Almanya dünya ekonomisindeki konumunu, refah düzeyini ve sosyal devlet hizmetlerinin seviyesini gelecekte de koruyabilmek için göç almaya muhtaç. Bu bağlamda biyolojik nüfus ­artışındaki düşüklüğü dengeleyecek bir sosyal nüfus artışına ihtiyaç var. Bu yeni karşılaşılan bir durum değil. ­İmparatorluğun geç dönemleri olan 19. Yüzyıl sonundan bu yana Almanya’nın bir tarım ülkesinden sanayi ülkesine dönüşmesinden bu yana büyük bir iç göç hareketinin yanısıra ülke tarihinin neredeyse her aşamasında dışarıdan da göç alındı. Bu göç hareketi özellikle de siyasi ­kırılma dönemlerinde büyük göç dalgalarına da dönüşebildi: Birinci ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1960’lardan bu yana “misafir işçi” statüsünde ve son olarak da Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra büyük göç dalgaları yaşandı. Dolayısıyla Almanya’nın bir göç ülkesi olmadığı savı ülkenin önüne ısıtılıp ısıtılıp ­yeniden getirilen büyük bir kuruntudan ibarettir. Gerçekte Almanya’nın geçmişinde ülkenin yeniden inşasına ve refah seviyesine katkıda bulunan “yeni Almanlar” hep varolagelmiştir. Almanlığın ne etnik ne de kültürel temelli tanımları, bu insanların önemli bir kısmının birer “Alman” olabilmesinin önüne geçebildi.

Modern toplumların, üyelerini birleştiren ulusal ­aidiyet tahayyülünden vazgeçmeleri şart değil. ­Fakat ulus tanımını yaparken dışlayıcı değil dahil edici bir anlayış gütmeleri gerek. Kapsayıcı bir ulus tanımı ve açık, esnek ve yüzünü geleceğe dönmüş bir toplum büyük bir uyum içerisinde bir arada yer alabilir. Bu kavramlar birbirini tamamlar ve güvence altına alır. Bu bağlamda modern bir toplumda ­Alman olma kavramını oluşturan beş karakteristik özellik bulunuyor. Bunlardan ikisi büyük ölçüde ­sosyoekonomik bir yapıya sahip: İlki insanların kendi çalışma ve becerileriyle kendilerine ve gerektiğinde ailelerine bakabilecek durumda olmalarıdır. ­Elbette sosyal güvence sistemleri var olmalıdır, fakat bunların amacı insanların bu sistem üzerinden yaşamlarını sürdürmeleri değil acil durumlarda ­onlara güvence sağlamasıdır.

Çalışma üzerine kurulu bu ilke insanların çaba ve başarıları doğrultusunda sosyal anlamda yükselme şansına sahip olmaları anlayışıyla da uyumludur. 
Bu yalnızca açık bir toplumun özelliği olması dolayısıyla değil, topluma sonradan dahil olanların kalıcı olarak kökenleri, isimleri, ten renkleri, dinleri ya da cinsiyetleri yüzünden toplumun en alt kesimine saplanıp kalmasıyla göçün toplumda “alt sınıf yaratma”ya hizmet eder hale gelmesinin önüne geçmek için de önemli. Sosyal sınıf atlama ancak ikinci kuşakta gerçekleşebilse bile bu koşul yerine getirilmiş olur.

Bu iki sosyoekonomik karakteristiğin yanısıra Alman olmanın iki de sosyokültürel karakteristiği vardır. Bunlardan ilki dini inancın insanın özel yaşamına ait bir öğe olduğu ve toplumsal ya da siyasi düzenin yapılandırılmasında inanç üzerinden ona söz ve tanımlama hakkı tanımayacağı ilkesidir. Fakat bu her bir bireyin Alman toplumu ve toplumsal yaşam için kendi inançları doğrultusunda çalışmasını ve angaje ­olmasının önünde bir engel teşkil etmez. Almanlığın diğer sosyopolitik özelliğiyse tüm bireylerin yaşamlarını kendi tahayyülleri doğrultusunda sürdürebilmeleri ve yaşam ­biçimlerinin aileleri tarafından koşullanmamasıdır. ­Alman olmanın ya da Alman haline gelmenin tanımına ilişkin son önemli karakteristik özellikse Alman anayasasına bağlılıktır.

Elbette Almanya’nın daha köklü sakinleri içinden kimileri de, bu karakteristiklerden herhangi birini ya da birden fazlasını karşılamıyor olabilir. Ama bunun anlamı, bu karakteristiklerin Almanlaşma vizesi işlevi görmekle sınırlı bir şey olmaması, toplumun yeniden hayat bulmasının iytici bir gücü de olmasıdır. Bu yeniden hayat bulma sürecinin giderek zenginleşen kentler ve sürekli göç vererek boşalan kırsal bölgeler arasındaki her geçen gün büyüyen uçurum dolayısıyla kendilerini gözden çıkarılabilir konumda hisseden ve giderek toplumun geri kalanıyla bağlarını yitirmekte olan Almanları da kapsaması gerekiyor. Bu tür bir yeniden canlandırmanın önemi sıklıkla hafife alınsa da demokratik toplumların kendi nitelikleriyle var olabilmeleri açısından da vazgeçilmezdir. Bu bağlamda ilk bakışta bir yük izlenimi veren, Almanya’ya gelen mültecilerin kabulü, bakımı ve nihayetinde entegrasyonu Almanya’nın önümüzdeki on yıllardaki siyasi ve ekonomik istikrarını güvence altına alınmasını sağlayacak bir yeniden canlandırma projesine dönüşme potansiyeline sahip.

Dolayısıyla 1,5 milyon insanın Alman toplumuna entegre edilmesi yalnızca devletin mercileri tarafından alınan bir önlem ya da idari bir uygulamayla sınırlı kalamaz. Burada olması gereken şey devletin, iş piyasasının ve sivil toplumun birlikte hareket ettiği uzun soluklu bir süreçtir. Bu süreçte elbette pek çok geri tepme ve hayal kırıklığı olacaktır, zira Almanya’ya gelen insanların büyük çoğunluğu buradaki iş piyasasında bir yer edinebilmek için gerekli kriterleri halihazırda karşılayan bir konumda değil. Dolayısıyla bu insanlara “yatırım yapmak” ve onların hem dil öğrenimi hem de mesleki eğitim konusunda belli bir noktaya ulaşmaları için para harcamak gerekiyor. Bunu da olabildiğince geniş ve kapsamlı biçimde yapmak gerekir ve bu arada bu kesimi “güçlendirme” sürecinin, devlet bürokrasinin sınıflama mekanizmalarına göre şekillenmesinin önüne geçilmesi gerekir; yani süreç, bu insanların yardıma muhtaç olanlar, kabul görmüş sığınmacılar ve geçici olarak kalabilenler gibi gruplamalarına göre gelişmemelidir. Kendilerine yatırım yapılmayan ve neticede burada kalanlar, onlara kararlı bir şekilde yetkinlik kazandırmak için çalışılması seçeneğinin getireceği maliyete kıyasla ­Alman toplumuna çok daha pahalıya mal olacaktır. Almanya’ya sığınan insanlardan yeni Almanlar yaratma projesi, bu zorlu bir görevin üstesinden gelinmesiyle hem mültecilerin hem de Alman toplumunun karlı ve kazançlı çıkacağı bir kazan-kazan durumu yaratma gereğini ­içeriyor. Buna karşın köktenci bir reddetme ve nefret anlayışı tam da önüne geçmek istediği şeyin gerçekleşmesine neden olmaya, insanların ortak görevlerini yerine getirmekte başarısız kalan ve çözülen olan bir topluma yol ­açmaya mahkum.