Dinlerin barış sorumluluğu üzerine
Bütün dinler barıştan yana tavır alıyor; fakat gene de her gün dinler adına çatışmalar, savaşlar ve terör eylemleri gerçekleştiriliyor. Dinlerin siyasette çok daha iyi yararlanılabilecek barış potansiyeli üzerineyse neredeyse hiç konuşulmuyor
Çok satan kitaplar yazarı İngiliz Ian McEwan dinin olmadığı bir dünyanın hayalini kuruyor. McEwan’a göre bu “yaşamın kutsallığı karşısında saygıyla eğilen bir dünya” olurdu. Haftalık gazete “Die Zeit”da yayınlanan makalesinde dinlerin ise “günümüzün büyük çatışmalarının merkezinde” yer aldığını dile getiriyor. Eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright ise “Tanrı ve Güçlü” adlı kitabında dinlerin (yalnızca bununla sınırlı kalmamakla beraber) her zaman özellikle de siyasette “nefret ve çatışmanın kaynağı” olabileceğine katılıyor. Fakat Albright dinlerin yok olmasını değil, teologların ve din uzmanlarının dış politika alanında danışman olarak görev yapmasını öneriyor.
Şiddet ve barış potansiyelleri
Entelektüeller ve politikacılar, medya ve bilim dünyası ve doğal olarak insanların büyük bir bölümü dinlerin taşıdığı şiddet ve çatışma potansiyeline kilitlenmiş durumdalar. Dünyanın her köşesinden kutsal savaş, köktendinci terör, dini kisveye bürünmüş ölüm ve cinayet haberleri her gün gazetelerde, radyo ve televizyonlarda kendine yer buluyor. Dinin çatışma yaratma konusunda tehlikeli ve yıkıcı bir silaha dönüşebileceğine şüphe yok.
Medyada hiç yer bulmayan şeyse dinlerle gelebilecek barış potansiyeli. Bu konuda ne bir şey okumak, ne bir şey duymak, ne de görmek mümkün. Peki böyle bir potansiyel gerçekte yok mu? Bakıldığında, tüm dinlerin otoriteleri ve müminleri barıştan yana olduklarını söylüyor. Bunların hepsi sözde mi kalıyor? Peki gerçekten de böyle bir barış potansiyeli varsa bu neye benzer, kendini nasıl gösterir? İyi komşuluk ilişkileri olarak mı yoksa herkesin gülümseyerek karşıdakine ilişmemesi şeklinde mi? Dini temsilcilerin kameralar karşısında karşılıklı hoşgörü ve barış konusunda birbirlerini temin etmeleriyle mi? Peki dinler cephesinden gelecek barış talebinin yerel ve uluslararası çatışma, savaş ve iç savaşlarda somut ve uygulanabilecek siyasi bir temeli olabilir mi?
Kriz önleme, direniş, arabuluculuk, uzlaşma
Bu sorulara ne edebiyatta ne de bilim dünyasında açık bir cevap bulmak neredeyse imkansız. Basın-yayın dünyası ve barış araştırmaları büyük oranda dinin yıkıcı potansiyeline odaklanıyor. “When it bleeds, it leads”, yani kan varsa haber değeri vardır. Dinlerin yapıcı potansiyeline de ışık tutmak neredeyse kimsenin aklına gelmiyor. Üstelik Mahatma Gandi ve Martin Luther King gibi dünyanın en ünlü barış ikonlarının çok önemli siyasi aktörler olmalarının yanı sıra aynı zamanda son derece dindar olmaları bu durumu daha da akıl almaz kılıyor. Onlar için din ve barış politikası birbirinin ayrılmaz parçalarıydı. Dünya üzerinde Gandi ve King’in yolundan giden sayısız kadın ve erkek var: onlar şiddet içerikli siyasi çatışmalarda gerilimin azalmasında ve şiddetin önlenmesinde çok önemli ve başarılı roller oynamış pek çok dini aktör var. Arnavutluk’tan Birma’ya, Kenya’dan Polonya’ya, Güney Afrika’ya, Uganda’ya ve Zimbabe’ye, A’dan Z’ye pek çok ülkede dini aktörlerin müdahalesiyle dine dayandırılan çatışmaların önünün alındığı pek çok örnek var. Bunlar inançlarından aldıkları motivasyonla şiddeti önleyen ya da azaltan, barışa ve uzlaşmaya katkı sağlayan kadın ve erkekler. Elbette onlar da tek başlarına hareket ederek başarıya ulaşamazlardı. Ama bu insanlar çatışmaların yatıştırılmasında başka kimsenin sağlayamayacağı ya da sağlamaya hazır olmadığı ve ibrenin yönünü değiştiren katkılar sundu.
Dini dışlayan bir barış mı?
Tarihte dine dayandırılan sebeplerle çok büyük acılara ve sayısız ölüme yol açıldığı ne kadar doğruysa, dine dayalı sebeplerle ne çok yardımın sağlandığı, barışa ön ayak olunduğu ve çatışmanın engellendiği de bir o kadar doğrudur. Dolayısıyla akla dünyanın din olmadan gerçekten de daha barışçıl bir yer olup olmayacağı sorusu geliyor.
Yanıtsa açık: Kesinlikle öyle değil! Çünkü çatışma ortamı yaratmak ve savaş çıkarmak isteyen kimselerin ille de dini gerekçelere ihtiyacı yok. Milliyetçilik, faşizm, etnisizm, emperyalizm ve komünizm gibi dünya görüşleri bunlar için başlı başına yeter. Bütün bu “izm”ler taraftarları için kapsayıcı ve diğer herkesi dışlayıcı bir boyut içeriyor. Bu noktadan sonra sürtüşme ve şiddetli çatışma sadece birkaç adım ötede. 20. yüzyıl savaşlarında gerçekleşen ölümlerin büyük çoğunluğu din gerekçesiyle değil seküler ideolojiler adına yürütülen savaşlar sonucunda gerçekleşti. Heidelberg Çatışma Barometresinin de gösterdiği üzere, her ne kadar yaygın kanıya ters düşse de günümüzdeki şiddetli çatışmaların yalnızca çok küçük bir bölümü gerçekten özünde dini temellere dayanıyor.
Din aracılığıyla bir barış mı?
Öte yandan bugüne kadar gerçekleşmiş savaş ve çatışmaların çoğu, barış yanlısı dini aktörler bunlara müdahale etmemiş olsaydı çok daha kanlı geçecekti. Bu aktörler barış taleplerini ve barışa karşı yükümlülüklerini her fırsatta yerine getirmiş olmanın yanı sıra, genellikle çatışmanın taraflarında güven uyandırabilmeleriyle de ön plana çıkıyor. İster siyasetçiler, isterse STK’lar olsun seküler aktörler, gerçekten bağlı oldukları ve kimi zaman gizledikleri çıkarları doğrultusunda hareket ediyor olmaları şüphesiyle karşılanıyorlar. Özellikle de barış yanlısı aktörlerin yurt dışından geldiği ya da uluslararası kaynaklarca finanse edildiği durumlarda. Oysa insanlar barışı sağlamaya dönük dini motivasyonlara karşı daha güvenle yaklaşıyor.
Bu güven, genellikle seküler aktörlere açılmayan yeni hareket ve müzakere alanlarını ve pek çok kapıyı açıyor. Fakat barış için çalışan seküler ve dini aktörleri asla birbirlerinin rakibi olarak görmemeli, onları işbirliği partnerleri olarak görmek önemli. Her iki grubun da birbirilerini tamamlayabilecek yetkinlikleri söz konusu. Fakat ne yazık ki dini motivasyonlarla hareket eden barış aktörleri genellikle fark edilmiyor, marjinalize ediliyor ve görmezden geliniyor. Bu da kriz önleme ve yatıştırma konusunda pek çok şansın yitmesine ve bunun bedelini binlerce insanın ödemesine neden oluyor.
Dışlama mı, uzlaşma mı?
Dini aktörlere duyulan bu güven, çatışmanın tarafları ve arabulucular farklı dinlere mensup olduğunda da söz konusu ve bu durum bütün dini, kültürel ve etnik farklılıkların ötesinde geçerli. Ayrıca bilimsel araştırmalar herhangi bir dinin diğerlerine göre şiddete (ya da barışseverliğe) diğerlerinden daha eğilimli olmadığını kanıtlıyor. Bütün dinler çatışmaları tırmandırma potansiyelini içerdikleri kadar şiddet ve çatışmanın sona erdirilmesine yönelik bir potansiyeli de içeriyor. Dini metinlerin (ya da bunların belli bölümlerinin) farklı yorumları, sözlü aktarımlar ve geleneklerin oluşturduğu geniş yelpaze her din içerisinde farklı ve çok çeşitli mezheplerin, akımların, cemaatlerin ve grupların oluşmasını da beraberinde getiriyor. Fakat bu geniş yorum ve hareket alanı aynı zamanda her türlü edimi dini gerekçelere dayandırma ve bunun üzerinden meşrulaştırma zemini de sunuyor. Şiddet içerikli edimler de bunların bir parçası.
Çatışmalar bağlamında değerlendirildiğinde dinler kendi başına ne olumlu ne de olumsuz bir role sahip. Onları daha çok birbirine zıt iki yüzü olan madalyona benzetebiliriz. Bu yüzlerden biri çatışmaları tırmandırırken diğeri onları yatıştırıyor ve huzura giden yolu açıyor. Madalyonun hangi yüzünün daha güçlü olacağıysa başta dini toplulukların ve tek tek inançlı bireylerin sorumluluğunda. Belirleyici soru şu: İnsanlar gerek kendi dinlerinde, gerek diğer dinlerde o dinin sınırlayıcı ve dışlayıcı yanına kapılıp korku ve şiddete açık yönleriyle mi ilgileneceklerdir, yoksa dinlerin barış çağrısına kulak verip nirengi noktası olarak şiddete karşı çıkan aktarımları, dinler arası ortaklıkları ve birleştirici değerleri mi alacaklardır?
Dini ve kültürel çevre, dini eğitim, dinin aile içinde öğretilme biçimi ve insanların örnek aldığı dini aktörler bu konuda hangi yolun tutulacağında çok önemli bir rol oynuyor. Öte yandan dinlerin ve dini toplulukların barış yükümlülüğünün ve barışı sağlama yetkinliğinin siyaset dünyasınca tanınması da muazzam önemde. En önemlisiyse barış için çalışacak dini aktörlere sorumluluklarının hatırlatılması, cesaretlendirilmeleri ve barış için yürütülen çalışmaların aktif birer parçası haline gelmeleridir.
Siyaset cephesinin, dini toplulukların ve seküler barış inisiyatiflerinin birbirine verebileceği ve birbirinden faydalanabileceği çok şey var. Bu aktörler sahip oldukları farklı olanakları ve yetkinlikleri ortak çabalarla bir araya getirebildiğinde dünyada hem yerel, hem bölgesel, hem de küresel anlamda tahayyül edebileceğimizden çok daha fazla barış ve huzur hüküm sürecektir.